SENFONİ
Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.
Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barıþta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.
Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum...
-Turgut UYAR
Saç telini koyup
zarfın içine Rüzgara yalvarıp tez bana gönder. Bu nasıl biz sözdür...
-----------------------------
dünyanın klişe
oryantalist figürlerle tanıdığı türkiye; yıllardır yalnızca kapalıçarşı ve
kebaptan ibaret bir resim.
Bir aile
hekiminin anısı:
Yaşlı hastalara
takılmayı severim. 87 yaşındaki nineye de takılayım dedim. Ama nine benden
baskın çıktı. İşte diyaloğumuz.
- Teyze tahlil
sonuçlarına göre sen hamilesin.
- Valla kuzum
deden öldü. Bana da çoktandır senden başka erkek eli değmedi. Nasıl
temizleyeceksen temizle.
öztürk
serengil'le 1986 senesinde çeşme'de tanıştık. biz genç tiyatrocular yaz
tatilinde otelin su sporları, eğlence, animasyon ve halkla ilişkilerinden
sorumluyuz. öztürk serengil ise otelin dışında bir mekan açmıştı.adını hiç
unutmuyorum. grek alfabesiyle yazılmış bir tabela ve üstünde koca harflerle
'öztürkaj kelaj' yazan bir mekan... hemen her akşamüstü yanımıza geliyor ve
anlattıklarıyla herkesi kırıp geçiren müthiş deli bir adamdı.
bir gün dedi ki:
-yevvvrummm ben
size haşırt the black board the seaside'ı anlattım mı?
+abi o ne demek?
-deniz kenarında
uzun atlama çocuğum...dedi ve anlattı.
öztürk abi
anlatmaya devam ediyor:
geçtik aynalı bir
masaya oturduk. garsonlar, komiler bir yerlerden yıldırım gibi yetiştiler.
mekan sahibi gence haber salınmış. o da geldi. canım abim nihayet şeref verdin.
emret abim. dükkan senin abim! masayı donattılar. henüz ortada yemek yok ama
masa kılıç kalkan ekibi gibi... iç içe tabaklar bardaklar, çatallar, bıçaklar,
kaşıklar, peçeteler... full aksesuar! menüye bakıyoruz. hiçbir şey anlamıyoruz.
her şey fransızca.
mekan sahibi
yardımcı oluyor, ''getir oğlum, götür oğlum, hadi çabuk oğlum!''allah o fransız
mutfağını yerla yeksan etsin...tepsi gibi koca bir tabak geliyor. ortasında
güvercin boku gibi bir şey! yemeğin adı kendinden büyük... çocuklar mal mal
yüzüme bakıyor. öztürk abi biz bunları hangi çatalla hangi bıçakla yiyeceğiz?
''yevrumm paniğe gerek yok, dışarıdan içeriye doğru geleceğiz. her boş tabağa
çatalı, bıçağı bırakın. sıradakiyle devam edersiniz.'' arada mekan sahibi
brifing veriyor. düşüncelerimizi soruyor. biz istemeden siparişler ve ikramlar
yağıyor. neyse tatlılar, kahveler, konyaklar filan derken yemekler bitmek
üzere... kalkıp gideceğiz, işimiz gücümüz var. sağ elimi kaldırıp hesap
isteyeceğim. bir baktım mekan sahibi yok. şef garson muzaffer abi'yle göz göze
geldim. delikanlılıkta hesap diye elini kaldırdıysan o hareketi
tamamlayacaksın! ya da elini kıçına sokuceksin..
heeesaaappp
garsonnn! muzaffer tema tak diye bir topuk selamı çaktı: emredersiniz efendim!
hesap bir geldi. meydan lauressse gibi koca bir kitap anasını satayım. hesaba
bir dikiz yaptım..''hiiii aanneciğiimmmmm!'' burada sordum, ''kazık mı öztürk
abi?''
(bkz: hasirt to
the blackboard)