Yavuz hırsız ev
sahibini bastırırmış…
Üniversitede bir
hocamız Yavuz isminin nereden geldiğini anlatmıştı. Kökü Yabız ve anlamı
hırsız.
Ama o çağlarda
hırsızlık makbul, ortada çok mal yok çalıp ailesini geçindiren erkek değerli
imiş...
Dünyada hiçbir
şey, çaresiz bir insandan daha tehlikeli değildir...
"if you want a war, i'll give you a war!"
---------------------------
Sakaryaspor taraftar grubu Tatangaların ismi “Dances with Wolves” filminden
gelmektedir.
Yaşasın Kızılderililer! Yaşasın Tatangalar!
Aydın insan, hadi geçtik ülkenin önünü görmeyi, hiç değilse kendi önünü
görebilsin kafi.
Karl
Marks'ın şakayla karışık lafı, günümüzü ne güzel anlatıyor: 'Tren virajı dönünce
entelektüeller aşağı düşer...!”
'with age comes
wisdom, but sometimes age comes alone.'
-oscar wilde
Demirciler Çarşısı
Cinayeti - Yaşar Kemal
------------------------
Rıfat Ilgaz,
oturduğu kahvehaneden Babıâli yokuşunu seyre dalar bir akşamüstü. Hayaller
kurduğu esnada, kol kola girmiş iki kişinin ağır aksak hareketlerle, tramvaya
yetişmekte olduğunu fark eder. Birbirlerine tutunarak yürümeye çalışanlar, Âşık
Veysel ve Yaşar Kemal’dir. Ilgaz neden sonra tanır… Bir tebessümle bakar
gidenlerin ardından. “Yarabbim” der “İki adama bir gözü anca vermişsin…”
Sabahattin Ali –
Ses
1.Bizi Beyşehirden
Konya’ya götüren kamyon Barsakderesi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve
muavini motör kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından
çıkardıkları bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce
süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin alına sürünüp arka üstü
yatıyorlar ve elleriyle motörün alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför
mahallinde gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen
başlıklı bir takım memeleri yerlerinden oynatıyordu.
İkindi güneşi
altında kamyonun muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal
almıştı. Yolcular birer birer atlayıp dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü
seyrediyor, ve o dinlenmek için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:
“Bitti mi?” diye
heyecanla soruyordu.
Daha az meraklı
birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın garp tarafına, gölge bir yere doğru
yürüdük ve birer taşın üstüne oturup beklemeğe ve etrafımıza bakınmağa
başladık.
Kamyonun durduğu
yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında iki çadır ve bunların etrafında birkaç
kazma kürek ile bir el arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum
taşımakla meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.
Güneş arkamızdaki
sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin üzerine serpilmiş bulunan çam
ağaçlarına gitgide kırmızılaşan bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir
loşuğa terkediyordu. Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere
mırıltıya benzer seslerini duyurmağa başlıyordu.
Yoldan birkaç
araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun yanında biraz durdular ve şoföre
bir şey lazım mı, diye sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit
geçtikçe telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan iki
kadını adlı. Konyaya götürdü.
Diğer yolcular
grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı. Bizim yanımızda bulunan ve
buraya yakın köylerden birinde bakkal olduğunu söyliyen tahta ayaklı bir
ihtiyar kalkıp otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür
savurduktan sonra yola düzüldü.
Adamakıllı akşam
olmuştu. Yol amelesi çadırlarına dönerek ateş yakmağa başlamışlardı. Bizim
kamyon şosenin bir kenarında muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz
duruyordu. Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah
terler damlıyarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı.
Yolcuların
ekserisi bu gibi hadiselere alışık oldukları için sadece başlarını sallıyorlar
ve sepetlerini, çıkınlarını açarak bir şeyler yiyorlardı.
Bir müddet daha
geçip ortalık adamakıllı kararınca şoför, yol amelesinden bir fener alarak
yeniden işine koyuldu. Biz yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, olduğumuz
yerlere uzanmış, kımıldamadan duruyorduk.
Arkamızda güneşin
kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire mavimtırak ve soluk ışığa gömüldü.
Arkadaşımın yüzüne baktım. O gözlerini karşıya dikmişti. Yamacın üzerine
seyrekçe serpilmiş olan siyah çamlar, süratle aydınlanan gökyüzüne titrek
silüetler çiziyorlardı. Arkadaşım bir müddet bunları seyrettikten sonra:
“Nerdeyse ay
görünecek!” dedi.
Tam bu sırada
kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz
titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım
doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeğe başladı.
Yol amelesinin
çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu
ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmiyen
bir halk şarkısı söylemeğe başladı:
Döndüm daldan
kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni…
Bu sefer ben de
doğruldum. Saz tekrar kıvrak bir ara nağmesine başladığı halde, kulağımda hala
deminki sesin çınlamaları vardı.
Arkadaşım:
“Bu ne?” demek
ister gibi yüzüme baktı.
“Fevkalade!” diye
mırıldandım.
Ses tekrar, ve
bütün vadiyi çınlatırcasına başladı:
Aldım sazı çıktım
gurbet görmeğe,
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,
Ne lüzum var şuna, buna sormaya,
Senden ayrı ne hal oldum gör beni.
Ömrümde bu kadar
gür, tatlı bir erkek sesi dinlememiştim. Bir insan gırtlağından bu kadar manalı
ve sarıcı seslerin nasıl çıkabildiğine hayret ediyordum. Arkadaşım kalktı, beni
de kaldırdı. Amelenin çadırına doğru yürümeğe başladık.
Ovada, çadırın önünde, dört beş kişi oturmuşlardı. Etraflarında kazma ve kürek serpilmiş duruyordu. Çadırın kapısına asılmış bir fener sallandıkça, vadinin içine doğru uzanan ve başları karanlıkta kaybolan gölgeler belli belirsiz kımıldanıyorlardı.
Yirmi yaşından
fazla göstermiyen bir delikanlı çadırın önünde, yan yatmış bir el arabasının
üstüne oturarak saz çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş
olduğu için çehresini tamamen görmeğe imkan oktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter
damlalariyle kaplı idi. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı
kayan parmaklarının altında, canlı bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran
sağ eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine
her yaklaştıkça, insan, sanki, o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok
manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu.
Çadırı ve
bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandı.
Başımızı kaldırdık, karşımızdaki sırtı aşıp yukarı fırlayan ayı gördük.
Saz çalan
delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak, tam karşısında beliren
bu aydınlık yüzlü dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri
kapandı, boğazı gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken,
ince dudaklarının arasından beyaz dişler göründü ve delikanlı, bu sefer hitap
eder gibi, şarkısına devam etti:
Ayın şavkı vurur
sazım üstüne,
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne,
Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.
Otomobilin diğer
yolcuları da toplanmışlardı. Herkes hayretle kıpkırmızı yüzlü gence
bakıyorlardı. O, esrarlı bir dil konuşan ellerini sazın üzerinde hareket
ettirmeğe başlamış ve gözlerini yere, yahut kucağından fırlamak ister gibi
sıçrayan sazına dikmişti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer başını
kaldırmadan, daha yavaş, fakat eskisi kadar tatlı ve derinden gelen bir sesle
şunları okudu:
Sekiz yıldır
uğramadım yurduma,
Dert ortağı aramadım derdime,
Geleceksen bir gün düşüp ardıma,
Kula değil yüreğine sor beni.
Ve sazını, iki
kuvvetli vuruştan sonra, yanına bırakarak başını kaldırdı. Orada bulunanlardan
birkaçı yaşa diye bağırdılar. O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmıyarak,
boşlukta dolaştırmağa başladı. Hafifçe tebessüm etmeğe de çalışıyordu.
Arkadaşım yanına
sokularak sordu:
“Senin adın ne
oğlum?”
“Ali!”
“Nerelisin?”
“Sıvaslıyım!”
“Sazı nereden
öğrendin?”
“Ne bileyim?
Küçükten beri çalarım.”
“Söylemeyi?”
“Onu da öyle…
Sonra bir iki usta aşık yanında gezdim.”
Arkadaşım bana
baktı:
“Harikulade bir
ses, azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben bu oğlanın arkasını bırakmam!”
dedi. Sonra tekrar ona dönerek yaşını sordu. Yirmi iki imiş. Cebinden defterini
çıkararak bir şeyler notetti ve delikanlının adresini almak istedi. Çocuk
evvela şaşırdı. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarın orda amelelik
yapıyordu. “Beyşehir yolunda Sıvaslı Ali desen olmaz mı?” diye soruyordu.
Nihayet Konyada, gelip gittikçe uğradığı bir hanın ismini söyledi. Dostum onları
da kaydetti. Bu sırada, epeyden beri yanımızda durup bizimle birlikte saz
dinliyen şoför:
“Beyler, otomobil
hazır!” dedi.
Delikanlıya
birkaç şarkı daha söyletmeğe hazırlanan arkadaşım, diğer yolcuların hemen
yerlerinden fırladıklarını ve torbalarını, çantalarını kavrayıp kamyona doğru
yollandıklarını görünce içini çekti, sonra yerinden doğrulmuş olan Aliye döndü:
“Seni aratıp
bulursam hemen gel. Sana paralı bir iş bulurum, daha usta aşıkların yanında
çalışır, sazını ilerletirsin, olmaz mı?”
Ali hiçbir şey
anlamadan tasdik etti:
“Olur beyim!”
Omuzuna vurup:
“Hadi bakalım,
Allaha ısmarladık!” dedik,
Bütün amele hep
birden:
“Selametle”
Dediler ve biz
ayrılırken, Alinin etrafında gülüşerek onunla konuşmağa başladılar. Herhalde
arkadaşımın sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak
neticeler çıkarmağa çalışıyorlardı.
“Bilmezsin,
kardeşim” diyordu. “oğlanın sesi kulaklarımdan gitmiyor, ben bu işin acemisi
değilim, aşağı yukarı kendime insan sesi esnafı diyebilirim, fakat böyle bir
sesi az dinledim.”
Ben de kendisi
gibi düşünmekle beraber, daha akıllı görünmek için şöyle diyordum:
“Hakkın var.
Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli iz bırakmasında onu
dinlediğimiz gecenin hiç tesiri yok mu idi acaba? Mehtap! Şırıltısı hak
duyulan, kah kaybolan küçük dere… İki dağ arasında uzanan kıvrıntılı dar vadi,
ve nihayet hiç beklemediğimiz bir amele çadırından tabiatin içine yayılıveren
bir ses… Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliğinde bizi garip bir romantizm
içine atmış ve alelade veya biraz daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi
göstermiş olamaz mı?”
Fakat bunlara
rağmen, Sıvaslı Aliyi buldurup Ankaraya getirmek ve onu burada da dinleyerek
sesini terbiye ve inkışaf ettirmek, itiraz edilecek bir fikir değildi. Ne kadar
yazılmış dahi olsak, herhalde birinci sınıf bir istidat karşısında bulunduğumuz
inkar edilemezdi.
Arkadaşım
şimdiden hulyalar içinde yüzüyordu. Sıvaslı Alini bir gün meşhur ve dünyaca
tanınmış bir opera tenoru olarak Avrupa şehirlerinde konserler verdiğini
düşünüyor:
“Onun frak
içindeki vücudunu ve beyaz yakasından fırlayan kırmızı yüzünü görmek,
harikulade bir şey olacak!” diyordu.
Nihayet
istediğini yaptırdı. Birçok yerlere başvurarak Sıvaslı Alinin Ankaraya
getirilmesini temin etti. Bu işlerle uğraşan makamlar zaten yeni istidatlar
aramakta idiler. Sık sık imtihanlar yapılıyor ve opera mugannisi yetiştirmek
için talebe seçiliyordu. Bu meyanda Konyaya yazıldı. Pek uzun olmıyan bir
araştırmadan sonra bizim genç tenor bulundu. Yol parası Konya belediyesince
temin edilerek Ankaraya gönderildi.
İmtihanın
yapılacağı mektebin müdür odasına girer girmez, bir kenarda elinde saziyle
bekleyen Sıvaslı Aliyi tanıdım. Yüzü biraz daha kırmızı, bakışları adamakıllı
ürkekti. Ökçesi basık ayakkaplarının arkasından topukları delik çorapları
görünüyor ve üzerinde bulunduğu halı tabanlarını yakıyormuş gibi sık sık ayak
değiştiriyordu. Sazını bir silah gibi sağ ayağının kenarına dayamış, sapını iki
parmağiyle yakalamıştı. Odada konuşup gülüşenlerin yüzüne bakmıyor, gözlerini
yerde ve karşı duvarda gezdiriyordu.
Odadakilerle
selamlaştıktan sonra Ali ile konuştum. Yolculuğun nasıl geçtiğini sordum. “Kötü
değil!” dedi. Elindeki saz yeni idi. Gülümsiyerek yüzüne baktım, derhal anladı:
“İndiğim handa buldum, sekiz kağıt verip aldım. Benim kırık saz ile efendilere
çalmak yakışık almaz herhalde!” dedi.
Siyah ve güzel
gözleri, şimdi aydınlıkta ve açık olduğu halde, bana o akşam gördüğüm gibi yarı
kapalı hissini verdiler. Dikkat edince bu büyük ve dalgın gözlerin daimi bir
rüya içinde yaşadığını farkettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak istedim.
Buraya kimbilir
neler düşünerek gelmişti? Herhalde dostumun kafasından geçen opera muganniliği
ve fraklı Avrupa konserleri ona yabancı idi. Olsa olsa Ankarada “büyüklerden”
birkaç kişinin kendisini dinliyeceğini, belki beş on kuruş vereceğini düşünmüş
olabilirdi. Hatta belki de daha sağlam bir istikbalin kendisini beklediğini
sanıyor, beğenildiği takdirde hademelik, kapıcılık gibi bir işe konularak
kayırılacağını ve arasıra “büyük” meclislerde saz çalıp beş on kuruş alacağını ümidediyordu.
Bazan valilerin bile böyle aşıkları koruduklarını, onlara meclislerinde saz
çaldıklarını herhalde duymuştu.
Mektebin muhtelif
milletlere mensup müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransızca konuşmaları
ortalığı doldururken, müdür odasının kapısı vuruldu ve içeriye iki kişi girdi.
Bunlardan biri maarif müfettişi idi. Biraz evvel vekalete müracaat eden ve
imtihan edilmek istiyen bir çocuğu getiriyordu. Orta mektep mezunu olduğunu ve
sesini hocalarının beğendiğini söyliyen bu sarışın, oldukça şişman, dalgalı
saçlı, cesur bakışlı bir delikanlı idi. Odada bulunanlar “hay hay!” dediler.
Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.
Hep birlikte
çıktık. Arkadaşım memnun ve kendisinden emin bir tavırla imtihan odasını açtı.
Burası parke döşeli, bir tarafında yeni kurulmuş sahnemsi bir yer bulunan geniş
bir salondu. Sahneye yakın köşelerden birinde de bir kuyruklu piyano vardı. Oda
birdenbire doldu. Gurup gurup türkçe ve frenkçe konuşmalar başladı. Bazan
münakaşalar birbirini bastırıyor ve anlaşılmaz bir gürültü benim bile başımı
ağrıtıyordu. Genç bir Alman kadını piyanoya geçip tuşlara dokundu. Sıvaslı Ali
ömründe görmediği bir alete hayret dolu bir göz attı, sonra, ihtimal acemilik
göstermemek için, lakayt bir hal almağa çalıştı. Bu sırada genç müzisyenlerden
biri sahneye beyaz boyalı demir bir iskemle koyarak Aliye:
“Otur bakalım”
dedi.
Diğer bir
müzisyen atıldı:
“Canım, iskemleye
oturup şan yapılır mı? Ayakta söylesin!”
“Amma yaptın ha,
ayakta saz çalıp şarkı söyliyen halk şairi gördün mü?”
Bu münakaşa
esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastahane amliyathanesine benziyen beyaz,
çıplak duvarlarını, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı
sesleriyle dolduran bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın
doktorlara bakışına benziyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.
Benim yanımdaki
geç müzisyenlerden birine:
“Bunu iskemleye
oturtup söyletmek doğru olmaz, bağdaş kurup söylemeğe alışmıştır, belki
sıkılır!” dedim.
O bir an “doğru”
der gibi bana baktı, fakat sonra:
“Yok canım, ne
münasebet! Frenklere karşı bağdaş kurup oturtmak olur mu? Herifleri kendimize
güldürürüz!” dedi.
Ali, beyaz demir
iskemleye, ateş üstüne oturuyormuş gibi, ilişti. Sazı tutan eli titriyor ve
kırışan alnından kirpiklerine ve ayva tüylü yanaklarına terler süzülüyordu.
Konuşulanlar
yavaş yavaş seslerini kestiler. Herkes bir köşeye yaslandı veya bulabildiği bir
iskemleye oturdu, gözlerini sahnenin ortasında tek başına kalıveren Aliye
dikti.
Genç adam iki
dizini sımsıkı birbirine yapıştırmış, dişlerini sıkmıştı. Sazı kucağına aldı.
Fakat bir türlü yerleştiremedi ve şaşırıp etrafına bakındı. Üzerine dikilen
gözleri görünce büsbütün şaşırdı. Terler sarı mintanına arka arkaya damlamağa
başlamıştı. Sağ eline kiraz kabuğundan tezenesini aldı, tellere birkaç kere
dokundu.
Bu sesler onu bir
an açar gibi oldular. Yüzüne sükunete benzer bir ifade geldi. Biraz daha
çaldıktan sonra söylemeğe hazırlanarak boynunu oynattı. Öksürmek isteyip
utanıyormuş gibi bir hali vardı. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanın
bizim tepemizdeki köşesine dikerek, bir halk şarkısına başladı.
Sesi yine güzel,
fakat birtakım hışırtılarla karışıktı. Yükselince pek belli olmıyan bu yabancı
sesler alçaklara inince derhal kendilerini gösteriyorlardı. Ali de bunun
farkında idi. Kendini toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak boğazının
adelelerini biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kırmızılaştı.
Müthiş bir gayret
sarfediyordu. Çenesinin yanlarından aşağı doğru uzanan ve iki küçük direk gibi
kımıldamadan duran yuvarlak, katmerli et parçaları açıkça görünüyordu. Ali
göğsünden kuvvetle fırlattığı bu sesi bu cenderenin arasından geçirebilmek için
ter döküyordu. Nihayet şarkıyı bitirdi ve sazı eline alarak ayağa kalktı.
Alman
müzisyenlerden biri derhal:
“Fena değil, fena
değil… Ötekini de dinliyelim…”
Dedi ve başiyle
sarışın genci gösterdi.
Yüzünde kendinden
emin bir tebessümle sahnenin dört ayak merdivenini çıkan delikanlı hemen, hatta
odadakilerin susmasını bile beklemeden, plaklara geçmiş bir halk şarkısına
başladı. Evvela hafif ve tatlı çıkan sesi yavaş yavaş büyüdü ve bütün odayı
dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu. Birkaç yerde, hanende
taklidi, bayağı hünerler yapmağa özenmesine rağmen mükemmel bir ses materyaline
sahip olduğu meydanda idi. Şarkıyı bitirir bitirmez yine deminki Alman “Bravo!”
diye söylendi. “Bu çocuğu yetiştirebiliriz!”
Bu aralık
gözlerim Aliye ilişti. Bu odada olanların hiçbirisiyle alakası yokmuş gibi
gözlerini boşluklarda gezdiriyor ve canı sıkılan bir adam tavrı alıyordu.
Piyanodaki genç kadın eliyle onu yanına çağırdı. Namzetlerin kulak terbiyeleri
denenecekti. Sağ eliyle basit bir melodi çalarak almanca:
Türk
müzisyenlerden biri izah etti:
“Piyanoya göre
söyle bakalım!”
Ali bir bana, bir
de gözleriyle arıyarak dostuma baktı. Ben “eyvah” dedim. Zavallı delikanlı
ömründe görmediği, sesini duymadığı adını işitmediği bir aletin karşısına
getirilmişti. Kendisine söylenen sözün manasını bile anlamıyordu. İzah etmek
istedim:
“Oğlum, bu
hanımın çaldığına göre ses çıkar.”
Piyanodaki kadın
ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:
Bir haber
yolladım canan iline…
Diye başladı.
Oradakilerden birkaçı güldü ve Ali derhal sustu.
“Yok, iki gözüm”
dedim, “şarkı söyliyecek değilsin, bu sesleri çıkaracaksın.”
Sıkıntı içinde
gırtlağından birkaç ses fırladı, orada canı sıkılmış gibi duran Almanlardan
biri eliyle sarışın tenoru çağırarak “bu söylesin” dedi.
Piyanonun arka
arkaya çaldığı birkaç küçük melodi bir ses nehri halinde ve berrak olarak
delikanlının ağzından dökülüyordu. İşi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye
bir şarkı daha söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret
sarfeden ve her şeyin bu bir tek şarkıya bağlı olduğunu sezen Ali en güzel
şarkısını söyledi. Hiç de fena değildi. Hatta orada bulunanlar: “Mükemmel!” der
gibi başlarını sallıyorlardı. Fakat şarkı bitip Ali saziyle bir kenara çekilir
çekilmez onu derhal unuttular. Sarışın delikanlı yine plaklardan öğrenme bir
tango söyledi. Muhakkak ki güzel sesi vardı. Artık imtihan kafi görülerek bu
çocuğun ne yolda yetiştirilmesi lazım geldiğine dair münakaşalara geçildi.
Bütçe meselesi ortaya atıldı. Hazirandan evvel talebe olarak alınırdı,
alınmazdı gibi sözler oldu. Hiç kimse ayni odada bir kenarda bir de Sıvaslı
Alinin bulunduğunun farkında değildi. Onu ta buralara kadar getiren dostum,
münakaşa edenlerin yanında, hiçbir şey dinlemeden duruyordu. İkimiz de Alinin
yanına gitmeğe cesaret edemiyor, hatta onun yüzüne bile bakamıyorduk.
Ben yavaşça
gözlerimi kaldırınca hayret içinde kaldım. Alide hiç de feci bir halde bulunan
bir insan tavrı yoktu. Boş gözlerle biraz evvelki gibi duvarları süzüyordu.
Sanki bu odadakiler onu zerre kadar alakadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en
ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir
sıkıntıdan, bir işkenceden kurtulmuş gibi sakin, dinlenen bir hali vardı.
Gözleri sarışın tenora rastladıkça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve
merakla onu süzüyordu. Bu bakışlarda küçük bir haset, hatta gıpta aradım ve
bulamadım.
Sazı yine silah
gibi sağ ayağının yanında idi ve bu ayağı gayet küçük bir hareketle yerden
kalkıyor ve tekrar parkelere dokunuyordu. O zaman içimde bir şeyin burkulduğunu
hissettim. Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan ümitleri bu
ufak ayak hareketinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafına hakim olan,
yüzünün en ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri dışarı vurmıyan, gözleri
sonsuz bir derinlik ve sükunet içinde yumuşak bir ışıkla parlıyan bu adam
farkında olmadan kendini sağ ayağının bir minimini ve sinirli kımıldamasiyle
boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu
kadar manalı görünmemişti.
Kendimi
toplıyarak onun yanına doğru yürüdüm. Onunla muhakkak konuşmak, ona bir şeyler söylemek
lazımdı. Konyaya nasıl dönecekti? Cebindeki son parayı vererek bu sazı almıştı.
Şimdi ne yapacaktı?
Yanına gider
gitmez ayağının hareketi durdu. Arkadaşım da gelmişti. Çabucak hazırladığı bir
yalanı söylemeğe başladı:
“Ali, evladım!
Senin sesini beğendiler ama, yaşın biraz büyüktü. Buraya yirmiden fazla
olanları almıyorlar. Senin için uğraşıp hususi bir şey yaptıracağız. Fakat uzun
sürer belki, sen Konyaya dön, biz işin olunca seni buldurur, haber veririz”
Ali bütün
bunları, fevkalade ehemmiyetli bir şeymiş gibi, kaşlarını hafifçe kaldırarak
dinliyor, adeta ezberlemeğe çalışıyordu. Fakat gözleri bana ilişince irkildim.
Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu lafların bir tekine bile
inanmadığını ifşa eder gibi geldi.
“Gelin, bir
lokantada yemek yiyelim!” dedim.
Odadakilerin
münakaşası hala devam ediyordu. Bizim çıktığımızın farkına bile varmadılar.
Bir kebapçıdan
karnımızı doyurduk ve bu esnada hemen hiçbir şey konuşmadık. Onu kandırmağa
imkan yoktu. “Seni çağırıp zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi.
Ben bunları
düşünürken kebapçıdan çıktık. Ali bir şey söylemek ister gibi birkaç kere
yutkundu ve boynunu bükerek:
“Sizi mahcup
çıkardım, beyim, sakın kusura kalmayın!” dedi.
Sonra, hayret
edilecek bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti:
“Ben o odada bir
türlü sesimi bulamadım!”
Ve yanımızdan
ayrılıp gitti.
Ertesi sabah,
aramızda topladığımız birkaç lirayı kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine
bindirip selametlemek için Haymana hanına giden arkadaşıma hancı, Sıvaslı
Alinin, sazını iki liraya satıp yol parası yaptığını ve şafakla kalkan bir
kamyona binip Konya yolunu tuttuğunu söylemiş.
(1937)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder