"Hayat
kısadır kuzucuklarım
Yine de uzundur
kuzucuklarım"
Live and let
live.
---------------------------------------
ahmet haşim’in, 3
eylül 1919 tarihinde, manisa milletvekili refik şevket beye gönderdiği
mektuptur.
“sevgili refik,
ihtimal sana
fazla yazıyorum. fakat ben bundan memnunum. bulunduğum noktalardan sana doğru
uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca
sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum.
iletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? geçen mektubumu niğde’den yazmış
ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım.
yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî
lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene
niğde’den yazıyorum. gördüğüm anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?
öncelikle bu
bölgede kimler yaşıyor? görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır?
bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak
asla mümkün olmamıştır. anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine
ithal etmeli fikrindeyim. gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında
yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle
uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini
tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun
bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. sanki cehennemî bir
fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak,
elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu
taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle
meşgul görünür. tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…
fakat
boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu
adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin
evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen
suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve
ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız
hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak
mümkün değildir.
refik; ankara’da,
almanya imparatorunun anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir
tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. bunlar, bir
seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar
incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak
suretiyle şunu anlamışlardır ki, anadolu türklerinin karınları kurtlarla yüklü
ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın
bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? beslenme
eksikliği.
her ne kadar
garip görünse de anadolu türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler.
yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı.
istisnasız nakil araçları kağnıdır. ellerinde esir olan öküzler ve bu türden
hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla
beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri
keşfi ve aletlerindendir. kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun
hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir
canavardır. uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade
büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için
üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev
devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu
kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu
sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.
anadoluluların
becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir
hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. tezeğin bu
adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. sürüler meraya çıkarken veyahut
akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş
gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten
geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok
parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan
gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. bu boklar toplanır, sepetlere
doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi,
altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam
yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. anadolu’nun
duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. bütün havalarında o hoş koku
solunur. yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele
alınmaz bir hâldedir. eski mısırlılardan ziyade anadolular apis öküzüne hürmet
etmeliydi. öküz, burada hayatının genelinin zenbereğidir.
evlerine gelince,
onlar da öyle: duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek
yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. baca nedir,
bilir misin? dibi kırık bir testi. kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından
da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla
vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. nevşehir’den yarım
saat beride güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten
ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. anadolu, külliyen temizlikten
mahrumdur. sakallı celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile
pislik mahsulünden başka bir şey değildir. kaynamış süte kirli bir demir
parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen
de bilirsin.
anadolu, hemen
bir uçtan bir uca firengilidir. anadoluların güzelliği de bozulmuştur. bir köy,
bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar
topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür
ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum
zanneder. bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz
olduğunu itiraf etmeli. siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan
şalvarlı, düzgün ölçülü anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? gençleri,
insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. fakat, bunlar,
nadirlerdendir., refik.
anadolular
hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü
vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. anadolu seyahati artık benim için
nihayet buluyor demektir. bundan da üzgün değilim. … niğde teftişi son
bulmuştur. iâşe heyet-i teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum
tutar iki bin liraya varmıştır. benim zararım ise pek çoktur. öncelikle
sağlığım bozuldu. hayli keçi eti yedim. birçok da gereksiz masraflar ettim ve
rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. yakında, belki,
üç gün sonra istanbul’a gidiyorum.''
ahmet haşim 3
eylül 1919
kaynak: güzel
yazılar-mektuplar—türk dil kurumu yayınları(s.67–72) - o. karaveli, sakallı
celâl, 5. baskı, 2004, pergamon yayınları, s. 45-46.
Kurt ile eşek
tartışıyorlarmış.
Kurt: Çimen
yeşildir.
Eşek: Çimen
sarıdır.
Sonunda konuyu
orman kralı aslana anlatmışlar.
Aslan kurta bir
ay hapis cezası, eşeğe de özgürlük kararı vermiş.
Kurt şaşkınlıkla
aslana yaklaşmış ve sormuş:
Hakikaten sen de
çimeni sarı mı görüyorsun?
Aslan: Hayır
çimen yeşildir.
Kurt: O halde
neden bana 1 ay hapis cezası verdin?
Aslan: Eşekle
tartıştığın için…
--------------------------
“Kurbağalar
gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanır.”
Çin Atasözü
Her an turk
mudahalesi bekleyen mücahitlerin gözledigi türk savaş uçakları aylar geçer
gelmez. Türkiyeden destek beklenildiğini bilen rum milislerde dalga geçmek için
kendi siperlerinden mücahit siperlerine doğru bu şarkıyı söylerler.
"bekledin de
gelmedi"
Bekledim de
gelmedin
Sevdiğimi
bilmedin
Gözyaşımı
silmedin
Hiç mi beni
sevmedin
Söyle, söyle hiç
mi beni sevmedin
Bir öpücük ver
bana
Yalvarıyorum sana
Beni kucaklasana
Kollarına alsana
Söyle, söyle hiç
mi beni sevmedin
Beste / Güfte:
Yesari Asım Arsoy
Makam: Nihavend
Stelios
Kazantzidis'in söylediği versiyonda ek olarak pek bilinmeyen üçüncü bir bölüm
vardır. Onun aksanıyla üçüncü bölüm şöyledir;
istanbol
gonağında,
bengi var
yanağında.
bir öpucük ver
bana,
yalvariyorum
sana.
Herkesin ortak
kanısı olarak Stelios Kazantzidis yorumuyla, rakı bir araya geldiğinde ölümcül
bir ikili oluştururlar.
Türk tarafı ise
gerçekte Kayahan’dan şu şarkıyı söylüyordu....
Gel vefasız, gel
vicdansız
Çağırmazdım acil
olmasa
Gel insafsız ah
kitapsız
Yanıyorum
arzularınla
Aynalarda
gözyaşım var
Ağladıkça yangın
çıkar gözyaşlarımdan
Aynalarda
hatıralar
Dayanamam firar
eder aklım başımdan
Kıbrıs Barış
Harekatında “bir gece ansızın gelebilirim” şarkıları eşliğinde üçgen bölgeye
paraşütçülerimiz inmiştir...
Cesurum, Geldim,
Aldım...
Aydın, aydınlanma,
eski metinlerde “tenvir” denilir, cümle içinde şöyle: “tenvir buyurunuz”
denildiğinde “aydınlatın açın açıklayın” anlamına gelir.
Orduda eskiden
“tenvir tabancası” dahi vardı, “aydınlatma fişeği”...
Karanlık
gecelerde ordu önünü görsün diye tenvir tabancası kullanılırdı.